Kentin bugün bulunduğu yerde eski taş devrinde yaşam olduğuna dair bulgular var. Bronz çağında da Tuna nehrinin her iki yakasında kabilelerin yaşadığı anlaşılıyor kazılardan. Kelt’er Gellert tepelerinin yamaçlarında yerleşmişler ve buraya “Aquincum” adını vermişler. MÖ 13. ve 9. yüzyıllar arasında İmparator Augustus komutasında nehrin her iki yakasına da yerleşen Romalılar, Pannonia şehrini kurmuşlar. MS 5. Yüzyılda Hunlar bu bölgeyi kasıp kavurmuş ve Attila Romalıları bölgeden defetmiş. 6. ve 9. Yüzyıllar arasında Avarlar’ ın yaşadığı bölgeye 896 yılında Prens Arpad önderliğinde Magyar’ lar gelmiş. Önce Obuda’ da (eski Buda) yerleşen Magyarlar, sonra daha korunaklı olan batıdaki tepelere yayılmışlar.
Buda Sarayı bahçesi
1000 yılında Macar Kralı 1.Stephen (Istvan), feodal yapıda bir devlet kurmuş ve Hristiyanlığı getirmiş. Bundan birkaç yıl sonra da Avrupa’ nın değişik yerlerinden gelen tüccarlar Tuna nehrinin ayırdığı Buda ve Peşte’ de yerleşip, ülkenin gelişimine katkıda bulunmuşlar. Bu dönemde (13.-15.yy) Macar Krallığı’ nın etkili olduğu alan, Baltık denizinden Adriyatik kıyılarına kadar uzanıyormuş.
1241-42 yıllarındaki Moğol istilasından sonra Kral 4. Bela tarafından Buda kalesi yapımı emredilmiş. 1347 de Kraliyet Buda’ya taşınmış. Böylece Buda Kraliyeti simgelerken, Peşte de ticaretin merkezi olmuş. 1395 te ilk Macar üniversitesi açılmış kentte. 1458 yılında Kral ilan edilen Matthias Corvinus, sarayı ve kaleyi genişletmiş, O’ nun yönetiminde Buda, Visegrad ile birlikte, İtalya’ nın etkisinde Rönesans kültürünün merkezi olmuş. İlk kitap Buda’ da 1473 yılında basılmış (The Cronicle of Buda).
Alt geçit ve Finiküler
1526 yılındaki Mohaç zaferinden sonra Buda’ yı alan ve 145 yıl (1541-1686) buraya hakim olan Osmanlılar zamanında kiliseler camiye çevrilip surlar güçlendirilmiş. 1686 da Lorraine’ li Charles Buda’ yı tekrar ele geçirip Habsburg’ ların hakimiyetini sağlamış. Maria Teressa zamanında yapılan yenilikler Almanca konuşan yeni halkların gelip yerleşmesine sebep olmuş. Buda bir üniversite kenti haline gelmiş 1777 de. Tuna’ nın sol kanadı entelektüellerin ve politikanın merkezi omuş. 1848 ve 49 da liberal azınlık bir sivil devrim yapmış burada.
1849 yılında meşhur “Zincirli Köprü” açılmış. 1867 yılında Kral Franz Joseph 1 ve Elisabeth (Sisi), Matthias kilisesinde taç giymişler. Böylece Tuna’ nın “Avusturya-Macaristan Krallığı” yaşamına başlamış.
St.Istvan Kilisesi ön cephesi
1872 yılı Macaristan tarihinde önemlidir, çünkü bu zamana kadar üç ayrı yerleşim olarak yaşayagelen Buda, Obuda (eski Buda) ve Peşte birleşir ve Budapeşte Macaristan’ nın başkenti olur. Kent hızla gelişmeye başlar ve 1896 yılında Avrupa kıtasının ilk yeraltı demiryolu hizmete açılır. Birinci Dünya Savaşının eşiğine gelindiğinde pek çok endüstri şirketi faaldir şehirde.
Her iki büyük savaş döneminde Budapeşte büyük yaralar alır ve ekonomisi zora girer. 1945 sonbaharında Rusya’ nın kontrolüne giren şehir, 1956 güzünde halk ayaklanmasına (Macar Devrimi) sahne olur. Buda kalesindeki bazı binaların duvarlarında kurşun ve top mermileri delikleri, bu devrimden günümüze kalan izler. 1960 ve 70’ li yıllarda şehirde önemli restorasyonlar yapılır ve takip eden yıllarda “Gulaş Komunizmi” diye bilinen bir turizm akımı, kenti pek çok yabancının ziyaret etmesini ve böylece ekonominin yeniden canlanmasını sağlar.
Gece St. Istvan Kilisesi ve ay
Günümüzde çoğu restore edilmiş tarihi yapılarıyla, yeni ve modern yüzüyle, termal banyolarıyla ve spa tesisleriyle pek çok yabancı turisti kendisine çekmeyi başaran bir Avrupa kenti Budapeşte.
Budapeşte Mutfağı:
Genel adıyla Macar mutfağında bizim mutfağımızdan da küçük esintiler görmek mümkün. Lahana dolması (Töltött Kaposzta) buna bir örnek. Bir başkası da biber dolma (Töltött Paprika). Paprikas Csirke ise sevilen bir başka yemek. Özel bir krema sosunda kırmızı biberle birlikte güveçte pişirilen tavuk eti.
Peşte`de yemek
Çorba denilince elbette olmazsa olmaz Gulaş (Gulyasleves) çorbası mutlaka denenmeli. Biftek parçaları ve sebzeler ile güveçte pişirilen eşsiz bir lezzet. Halaszle ise, acılı ve baharatlı bir balık çorbası, içinde bol soğan ve paprika var. Paprika, sözlüklere bakıldığında çok değişik anlamlara gelen bir kelime. Aslında güneydoğu Anadolu’ da yaz sonunda caddelerde ve sokaklarda bile kurutulan ve toz haline getirilip yemek katkısı olarak kullanılan bir çeşit kırmızı biber. Macarlar bunu çok kullanıyorlar. İspanyollar da öyle. Onlar, “Pimiento” diyorlar buna ve hem kurutulmuş, hem de konserve edilmiş haliyle bolca kullanıyorlar.
Tatlı seçenekleri de çok, ama çok tüketilen bir tanesi Gesztenyepure adıyla biliniyor. Kestanenin şeker ve rom ile püre haline getirilip üzerine krema eklenmesiyle elde edilen bir lezzet.
Buda’ da özel tatlı imali
Çay yanında ve sabah kahvaltısında tüketilen tanıdık bir başka tat ise Pogacsa, yani bizim bildiğimiz Poğaça…Salamlı, peynirli ve patatesli çeşitleri var.
Kıta Avrupası’ nın pek çok kentinin tarihinde ortak olan özellik Viyana için de geçerli. MÖ 500 civarında Kelt’ er tarafından seçilen yerleşim, MS birinci yüzyılda Romalılar tarafından imar edilmiş. Kuruluş amacı bir “askeri kamp” olmakmış ve adı da Kelt dilinde “iyi yer” anlamına gelen “Vindobona” imiş.
Parlamento Binası
Kuruluşundan 5. Yüzyıl başına kadar kayda değer bir gelişme olmayan yerleşimde, arkeolojik buluntular büyük bir yangın olduğuna işaret ediyor. Antik kamp koruma duvarlarının 13. Yüzyıla kadar bozulmadan gelebildiği görülmüş. Bizanslılara ait 6. Yüzyıl bakır paraların kazılarda bulunması, ticaretin geliştiğini göstermektedir. İlk kilisenin, “Carolingian” döneminde yapıldığı düşünülüyor. Kentin tarihte bugünkü adının ilk kez kullanıldığı zaman ise 881 yılı olarak kayıtlı. Yani “Magyar” hanedanlığının genişlemeye başladığı dönemin başı.
955 yılındaki Lechfeld savaşında Magyar tehdidi uzaklaştırıldıktan sonradır ki, 976 yılında “Babenbergs” ailesi yönetiminde Viyana gelişmeye başlamış. 1150 yılında ikametlerini Viyana’ya kaydıran ve aynı zamanda Bavaria Dükleri olan Avusturya uç beyleri, Viyana’ nın en eski manastırı olan “ Sankt Maria zu den Schotten” i kurmuşlar. 1200 yılında şehir duvarları yapılmaya başlamış. Tuna nehri yoluyla Venedik ile kurulan ticaret ilişkisi, şehirde nitelikli tüccarların yerleşmesini sağlamış. Yüz yıl kadar süren Babenberg Hanedanlığı’ ndan geriye kalan, günümüz Avusturya’ sının bayrağındaki kırmızı ve beyaz renkler…
Gloriette’den Schonbrunn Sarayı
1278 yılında Rudolf 1 von Habsburg Kral seçilmiş. O’ nu takiben 1. Maximillian zamanında Avusturya’ da reformlar, yeni binalar yapılmış. Ancak yeni kralın meşhur politik evlilikleri ülkeye stratejik bir yenilik getirmemiş. Ardından gelen Maria Teressa bazı stratejik savaşlara imza atmış, yapılaşmayı ve reformları sürdürmüş. 1365 yılında 4.Rudolf Viyana üniversitesi’ ni kurmuş.
Dük 5.Albert, Alman Kralı 2. Albert olarak seçildiğinde, Viyana Kutsal Roma İmparatorluğu’ nun başkenti olmuş. 1469’ da Viyana’ya Bishopluk verilince St. Stephans Kilisesi de katedral seviyesine yükselmiş.
Kentin ortaçağ sonlarına doğru ekonomisini temsil eden bir unsur ticaret, diğeri ise şarap üretimi olmuş. Ancak Kral Frederic 3 ile kardeşi Arşidük Albert 6 arasındaki çekişmelerle birlikte Kral Matthias komutasında süren Macar istilası, Viyana’ nın ekonomisini kötü etkilemiş.
Schonbrunn sarayı, 1990
Kent 1529 yılında Osmanlı kuvvetleri tarafından kuşatılmış fakat ele geçirilememiş. Böyle olmakla birlikte şehir ve yaşayanlar bundan kötü etkilenmişler ve takip eden yıl büyük bir restorasyon ve tahkimat başlatılmış şehirde. Eski surlar yerine daha modern ve İtalyan tarzı kuvvetli yeni duvarlar, korunaklar inşa edilmiş. 17. Yy’da Barok tarzı mimari şehirde görülmeye başlamış. Kraliyet ailesinin yaşadığı yapılara (Hofburg Sarayı), 17. ve 18. Yy’larda yazlık saraylar (Schönbrunn) eklenmiş.
1683 yılındaki ikinci Osmanlı kuşatması, kentin yeniden yapılanmasına bir kere daha balta vurmuş. Yeni surlar ve sur içindeki bazı binalar hasar görmüş. Bunu takiben surlar yeniden onarılmış. Napoleon 1805 ve 1809 yıllarında Viyana’ yı iki kez kuşatmış ve çekilirken surlara ciddi zarar vermiş. Kent, Avrupa’ daki politik gelişmelere yön veren 1814 Viyana Kongresine de ev sahipliği yapmış. Bu arada salgın hastalıklar da yakasını bırakmamış Viyana’nın. 1831-32 yıllarındaki kolera salgını nüfusun azalmasına yol açmış.
Roma kalıntıları
19. yüzyıl Avusturya’ ya iyilik getirmemiş. Meşhur Kral Franz Joseph 1 ve eşi Elisabeth (Sisi) zamanında yaşanan 1. Dünya Savaşı sonunda Avusturya elindeki toprakların çoğunu kaybederek küçülmüş ve bugünkü sınırlarına çekilmiş, 1918 yılında Viyana, Alman-Avusturya Cumhuriyeti’ ne başkentlik yapmış. Takip eden yılda da İlk Avusturya Cumhuriyeti’ nin başkenti olmuş.
Savaş sonrası Viyana sosyalist düşüncenin politik merkezi olarak tanınmış ve bu yüzden” Kızıl Viyana” olarak adlandırılmış. İkinci Dünya Savaşında ise Viyana değer kaybetmiş. Savaşın ortasında kalan şehirde çok hasar meydana gelmiş ve sonunda Avusturya Almanya’ dan ayrılmış, kent Amerikan, İngiliz, Fransız ve Sovyet güçleri tarafından kontrol altında tutulmuş, sonunda 1955 yılında “nötr” kalmak koşuluyla serbest bırakılmış.
Viyana müziğin beşiği olarak bilinir. Johann Strauss II ve Franz Schubert Viyana’ da doğmuşlar. Ludwig Van Beethoven, Johannes Brahms, Bruckner, Gustav Mahler, Joseph Haydn ve Richard Strauss gibi ünlü besteciler burada yaşamış. Dünyaca ünlü psiko-analist Sigmund Freud da yaşamının büyük bölümünü Viyana’ da geçirmiş. Viyana aynı zamanda Balolarıyla da ünlü. Her yıl 450’ nin üzerinde Balo düzenleniyor şehirde. Viyana Filarmoni Orkestrası konserleri de her yıl yüzbinlerin izlediği performanslar arasında…
Tarih Müzesi
Görülecek yerler:
Hofburg Palace (Kraliyet Hazinesi)
Schonbrunn Sarayı
Staatsoper
Rathaus (Town Hall)
Burgtheatre
Stephansplatz ve Stephansdom (Katedral)
Karlzkirsche
Theatre an der Wien
Volksoper
Museumsquarter (Müzelerin bulunduğu bölge)
Opera Ball (Avusturya Balosu)
Viyana şehir Parkı
Riesenrad (dönme dolap)
Kahve ve Sacher Torte
Viyana Mutfağı:
Hemen herkesin bildiği ya da duyduğu “Wiener Schnitzel” ve “Sachertorte” Bu güzel kentin en bilinen iki lezzeti. Aslında Viyana mutfağı, genel olarak Avusturya mutfağı, Macar, Bohemya ve İtalya yemek kültürlerinden etkilenmiş hoş bir karışımı sunuyor. Genellikle “tadımsı” menüler seviliyor. Baharatlı bir çorbayı takip eden tadımsı ana menü en çok tercih edilen yiyecek çeşitlemesi.
Çorbalar çeşitli ama en çok sevilen “Wiener Suppentopf”. İçerisinde bulyon, erişte, güveçte pişmiş et parçaları, sebze kökleri, bezelye ve doğranmış Viyana sosisi var.
“Tafelspitz” beğenilen bir ana menü. Güveçte pişirilmiş biftek maydanoz sosu, hardal, haşlanmış patates, yeşil fasulye ve dereotu eşliğinde sunuluyor.
Heuriger kapısında
Hamur işleri, tartlar, pralinler genellikle çay ya da daha çok kahve yanında tercih ediliyor.
“Vanillekipferl” ve “Lebkuchen” (zencefili ekmek) Noel için pişirilen özel hamur işlerine örnek olarak verilebilir.
Kentin “Grinzig” adındaki bir semtinde çok sayıda taze şarap evi (Heuriger) var. Yılın belli döneminde (genellikle güz) ve 2-3 hafta süreyle açık olan bu özel lisanslı “şarap evleri”, pek çok soğuk meze eşliğinde kendi ürettikleri en son rekolte beyaz taze şaraplarını müşterilerine sunuyorlar. Bu evlerin açık olduğunu da, kapılarında asılı olan kandillerin yanmasından anlıyorsunuz. Ancak son yıllarda dönem dışında da bu evlerin turizme hizmet etmesine izin veriliyor. Şehir merkezinden tramvay ya da otobüsle kolayca ulaşılan Grinzig’ i bir kez ziyaret etmenizi ve bu atmosferi solumanızı şiddetle tavsiye ederim.
Viyana’ lıların vazgeçilmez ritüelleri arasında akşamüzeri bir kafeye gidip bir fincan kahve yanında bir dilim Sachertorte yemek var. Denemeye kesinlikle değer…
2000 yıldan fazla bir geçmişe sahip olan bu dünya kenti için söylenip yazılacak pek çok şey var. Ziyaret etmekten her zaman keyif aldığım bu şehri, ancak belli başlı özeliklerini ve değerlerini paylaşarak bu yazıma sığdırabilirim.
“London” isminin, tartışmalı bir konu olsa da, Kelt dilinde “havuz” ya da “göl” anlamına gelen “Llyn” (lun okunuyor) kelimesi ile (bir zamanlar Thames nehri büyük bir göle bağlıymış) kale, tepe veya güçlü yer anlamına gelen “din” ya da “dun” kelimesinin (St. Paul’s Katedralinin bulunduğu tepe) birleşmesinden oluştuğu söyleniyor.
Thames üzerinde eski tekneler
Burada Roma döneminden önce de büyük bir yerleşimin olduğu biliniyor. MS 1.yy’da Roma hakimiyetine geçen şehir, ülkenin hemen her yerine uzanan ve şehirden başlayan bağlantı yollarına sahipmiş. “Londra taşı” olarak bilinen bir taş blok, ikinci dünya savaşında bombalanıp yıkılan St. Swithins kilisesi’ nin bir duvarında sağlam kalmış ve günümüzde Cannon Street istasyonunun karşısında bir camekan içinde görülebiliyor. Eski şehir duvarlarının izlediği güzergahlarda şimdilerde şehrin önemli caddeleri yer alıyor.
Roma döneminin sona ermesini takiben kent hızla değer kaybetmeye başlamış. Ancak 7. Yy’da ticaret yeniden gelişme yoluna girmiş. 604 yılında ilk St. Paul’s Katedrali yapımına başlanmış. 9. Yy’da yıldızı iyice parlayan şehre Danimarka’lı Viking’ler göz dikmiş. 851 yılında gemileriyle gelip saldırmışlar ve kenti yakıp yıkmışlar.
St.Paul’s Katedrali bahçesi
Birleşik Krallığın Kraliyet ailesinin hikayesi de buradan sonra başlıyor ve “dönem” (Period) kavramı ile birlikte anlatılıyor. İlk Kral 871-899 yılları arasında hüküm süren “King Alfred the Great”. Bu döneme Wessex adı veriliyor.
1014 yılında bu kez Norveç’li Viking’lerin saldırısına uğramış şehir ve 1017 yılında Danimarka’lı Cnut kente hakim olmuş (Danimarka dönemi). O’nun ölümüyle başa geçen Normandiya’lı Edward zamanında Fransız etkisiyle kent yeniden gelişmeye başlamış. Bu döneme Normandy dönemideniliyor.
1066 yılı Noel gününde, inşaatı yeni biten Westminster Manastırında taç giyen 1.Willam, İngiltere Kralı olur (1066-1087). Kentin Güney doğusunda bir kale inşa ettirmiş Kral William, bugün “Tower of London” olarak bildiğimiz kaleyi. Önceleri kraliyet konutu olarak da kullanılan kale, sonra bir hapishaneye dönüştürülmüş. 2. William 1097 yılında Westminster Hall’u kurmuş. Manastırın yanındaki bu yapı, Westminster Sarayının temelini oluşturmuş ve orta çağ boyunca kraliyet konutu olarak kullanılmış.
St.Paul’s Katedrali, Millenium köprüsünden
1176 da Londra’nın ilk taş köprüsü, eski Roma köprüsünden birkaç metre uzakta kurulmuş ve 1739 yılına kadar tek köprü olarak hizmette kalmış. 1280 yılında eski St.Paul’s Katedrali bitirilmiş. 1381 ve 1450 yıllarında Wat Tyler ve Jack Cade isyanları olmuş şehirde ve 16. İle 17. Yy’ larda kentin hızlı büyümesi karşısında Elizabeth ve 1. James önlem almak zorunda kalmışlar. Bu dönemde Thames nehrinin ve bugün Holborn olarak bildiğimiz yerde bulunan Fleet nehrinin Londra ile Westminster arasındaki sahil kısmında seçkin ailelere ait yüksek değerli bahçeli villalar varmış.
Tudor döneminde(1485-1603) Şehirdeki parklar (Hyde, St.James,Richmond, Regents) kraliyet mensuplarının av partileri için kullanılırmış. Bu dönemde Amsterdam ile rekabet edebilmek için ilk finans kuruluşunun temelleri atılmış. Bir dönem tiyatrolara yasak konmuş ve tiyatrolar Southwark bölgesine taşınınca orası eğlence merkezi haline gelmiş. 1599 yılında Globe tiyatrosu South Bank’ta kurulmuş ve sonra 1613 te çıkan bir yangında kül olunca bugünkü yerinde bir benzeri yapılmış.
Regents Caddesi
Stuart döneminde(1603-1714) Katolik suikastçiler 1. James’ i öldürmek için Parlamento binası açılışında bombalı tuzak kurmuşlar ama bu son anda farkedilince plan bozulmuş (1605). 1631 yılında mimar Inigo Jones, Covent Garden meydanını tasarlamış. 1637 de 1. Charles, Hyde Parkı kamuya açmış. Bu dönemde eğlence yasaklanmış. 1660 yılında 2. Charles yönetime gelince yeni bir eğlence dönemi başlamış. Yapılaşmanın da önü açılmış tekrar.
Ancak 1665 yılında meydana gelen büyük salgında 70,000 ila 100,000 kişi telef olmuş. Bir yıl sonraki büyük yangında ise 13,000 konut, 86 kilise ve St.Paul’s Katedrali büyük zarar görmüş. Sir Walter Besant yangından sonra şöyle demiş: “1650 de başlayıp 1665 yılında büyük ölümlere sebep olan salgından sonra bu yangın, yerin derinliklerine kadar işleyen mikropların yok olması için sanki düzenlenmiş bir operasyon gibiydi ve başarılı da oldu…”
Bu yangından ve sonradan yapılan araştırmalar ile gün yüzüne çıkan acı gerçeklerden (binaların yapımında kullanılan zayıf malzeme, şehir merkezinde bulunan depolarda saklanan yanıcı ve patlayıcı malzemeler, yetersiz yangın söndürme sistemi vb) alınan dersler ile, takip eden yıllarda yeni yapılan binalarda yangına karşı dayanıklı özel bir tuğla kullanımı mecbur kılındı. Kentin simgesi haline gelen kırmızı renkli tuğla yapılar, o dönemden miras kalan değerlerdir…
Gece Londra ve Thames
Georgean döneminde(1714-1837) yangın sonrası Londra yeniden inşa edilmeye başlamış. Yollar genişletilmiş, binalar sağlamlaştırılmış ve fakat Sir Christopher Wren ile John Evelyn gibi mimari ustaların eserleri bundan nasibini kötü almış. Wren, bütün mali zorluklara rağmen St.Paul’s Katedrali ile birlikte 53 diğer kilisenin inşasına imza atmış değerli bir mimar. Şehrin tanınmış meydanları bu dönemde yapılmış ve kent ilk kez gazete ile bu dönemde tanışmış.
1716 yılında evi olan herkesin, kapılarına fener asıp akşam 6’dan gece 11’e kadar yakmaları istenmiş. 1750 de Westminster köprüsü yapılmış. 1759 da British Museum kapılarını açmış. 1767 de, binaların belirtilmesinde işaretler yerine rakamlar kullanılmaya başlamış. 1807 yılında ilk kez gaz, aydınlatma kaynağı olarak kullanılmış. Georgian dönemi sessiz, sosyalleşmenin ön planda olduğu bir dönem olarak kayda geçmiş. Bu dönemde cafe’ ler çok ilgi çekiyormuş. London Stock Exchange’ in temelleri bu dönemde bu cafelerden birisinde atılmıştır.
Leicester Meydanında müze
Victoria döneminde(1837-1917) şehir modernleşmeye başlamış. Caddeler genişletilmiş, binaların yapı tarzı değiştirilmiş. Bir yüzyıl içinde şehrin nüfusu 1 milyondan 6 milyona çıkmış. Hava kirliliği artmış, doğrudan Thames nehrine akan kanalizasyon yüksek oranda su kirliliğine sebep olmuş. Mühendis Bazalgette’ nin uyguladığı proje sayesinde yapılan 2100 km uzunluğundaki kanalizasyon sistemi, kentin hayatını kurtarmış. 19.yy buharın altın çağı olmuş şehirde. Londra’ da 1836 da ilk tren yolu Londra köprüsünden Greenwich’ e çalışmaya başlamış. 1834 te Parlamento binası yanmış, yeniden yapılmış, 1859 da Big Ben saat kulesi eklenmiş. Kente yeni arterler ilave edilmiş. Bunlara örnek olarak Oxford Street, Regents Street, Queen Victoria Street verilebilir.
1848 yılında İrlanda’ da baş gösteren patates kıtlığı yüzünden yaklaşık 100,000 İrlandalı Londra’ya göçmüş. Bu da şehir nüfusunun artmasına yol açmış. 1851 yılında Dünyanın ilk uluslararası fuarı Hyde Park’ta Prens Albert sorumluluğunda düzenlenmiş. Bu fuar daha sonra, Science Museum ve Victoria & Albert Museum’ un kurulmasına sebep olmuş. 1863 te ilk yeraltı metro hattı Paddington ile Farringdon Road istasyonları arasında açılmış ve kısa sürede genişlemiş.1870 yılında 5-12 yaş arası çocukların eğitimi zorunlu hale getirilmiş.
Hyde Park’ta sonbahar
Birinci Dünya Savaşı sırasında Londra Alman zeplinleri tarafından bombalanmış ve 700 kişi ölmüş. Halen devam etmekte olan Windsor döneminde(1917- ) ve iki savaş dönemi arasında nüfusu hızla artan kentte 1939 yılında yaşayan insan sayısı 8.6 milyona ulaşmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında ağır bombalamalara sahne olan kentin büyük bölümü zarar görmüş fakat ilginç bir şekilde St. Paul’s Katedrali ayakta kalmış. Yaklaşık 35,000 kişi ölmüş, 50,000 kişi yaralanmış, pek çok şehirli kırsala kaçmış. Bu sırada yeraltı metro sistemi evsizlere koruma sağlamış. Alman denizaltıları kente gıda ürünü getiren gemileri batırınca kıtlık başlamış ve karne ile gıda maddesi dağıtımına karar verilmiş. Bu düzen 1954 yılına kadar sürmüş.
İstanbul’ dan hareketle hava yoluyla yaklaşık 3,5 saat sonra ulaşılabilen Londra’da dört ayrı hava alanı hizmet veriyor. Heatrow, Gatwick, Luton ve Stansted. Hepsini kente bağlayan ulaşım ağları mevcut (otobüs-tren-taksi). Bu alanlardan kent merkezine ulaşmak en fazla bir saat sürüyor. Sonrasında tarihin içinde buluyorsunuz kendinizi. Aşağıda mutlaka görülmesi gereken yerleri listeledim. Bunların hepsini bir kerede ziyaret etmek pek olası değil. Bu şehir özellikle Noel arifesinde geziyorsanız, soğuk ve nemli havasına rağmen insana çok seçenek sunuyor. Şehirde yaşayan kozmopolit halkın yanı sıra dünyanın dört bir yanından gelmiş turistlerle birlikte insanı hem yoran ama bunu şikayet ettirmeden yapmayı beceren cadde ve sokaklarda geziniyor ve aklınıza gelen hemen her şeyi burada bulabiliyorsunuz.
Wimbledon parkında atlılar
Doğayı seviyorsanız Mayıs ve Haziran aylarını tercih etmenizi öneririm. İkitekerden hoşlananlar bu kentte mutlu olurlar ama dikkat!. Çünkü hem trafik soldan işliyor, hem de sadece bisiklete ayrılmış yollar henüz yeterli değil. Bir İngiliz vatandaşı gibi bisiklet kullanabilmek için epey bir çalışmak gerekiyor.
Londra aynı zamanda bir gösteri sanatları merkezi. Açık-kapalı mekanlarda film, tiyatro, bale, opera ve sporun hemen her çeşidinde yapılan karşılaşmaları izleyebileceğiniz çok geniş bir eğlence ve sanat yelpazesine sahip bu kent. Ziyaretiniz sırasında bunlardan birine ya da birkaçına bilet alıp gitmenizi öneririm. Biletinizi gitmeden önce internet üzerinden alabileceğiniz gibi, şehirde de bilet temin edebileceğiniz gişeler var. Yüksek sezonda bilet bulunmayabiliyor, dikkat…
Soho’da dondurmacı
Ağız tadı:
Londra’da hemen her ülkenin damak tadını bulmanız olası. Uzak doğu, Pakistan, Hindistan, Orta Doğu, Balkanlar, Avrupa, Amerika ve elbette Türk mutfağı. Bu kentte Sushi çok rağbet görüyor ve sayısız seçenek var. Tai (Tayland) yemeklerinden hoşlananlar için Soho’da bir lokanta tavsiye ediyorum. Adı Busaba Eathai ve adresi aşağıda. Hem uygun fiyatlı, hem de çok lezzetli menüleri var. Caddenin hemen karşısındaki İtalyan lokantasında ise hem self servis hizmet veriliyor, hem de yemekler çok kaliteli ve ucuz. Bir de Hamburgerden hoşlananlar için Covent Garden’da yeni açılan lokantayı salık veririm. Adı Shake Shack. Afiyet olsun…
Busaba Eathai
106-110 Wardour Street London W1F 0TR
Princi (İtalyan)
135 Wardour Street London W1F 0UT
Görülmesi gereken yerler:
Museum of London
London Transport Museum
British Museum
National Art Gallery
Tate Modern sanatlar müzesi
Science Museum
Victoria and Albert Museum
Westminster Abbey
St. Paul’s Kathedral
Tower Bridge
Tower of London
London Eye (dönme dolap)
Westminster Bridge, Big Ben clock tower , Parlamento binaları
Hyde Park, Green Park, South Kensington Park, Regents Park
Marble Arch, Oxford Street, Regents Street
Piccadily Circus, Leicester Square, Covent Garden, Soho, Carnaby Street
Müziğin insan yaşamındaki önemini vurgulayan, şarkıların yaşanılan şehirlerle bağını açıklayan, müziği yaratanları daha yakından tanımamızı sağlayan, boş vakitlerimizi hoş geçirmemizi amaçlayan bir site...