Etiketler

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Çarşamba, Haziran 15, 2011

Yunanistan (1. gün)

Saat 07.54, hava açık, arabamızın km göstergesi 64,442′ de, ilk hedef  İpsala ve yola çıkıyoruz… Küçük köpeğimiz Gümüş hanım keyifsiz, sürekli uyuyor ve bir şey yemiyor, içmiyor. Dün yapılan karma aşı ağır geldi galiba… Saat 12.10’da  İpsala sınır kapısına geliyoruz. TR gümrüğünden beş dakikada geçiyor ve Yunanistan girişinde pasaport, sigorta ve ehliyet kontrolünün ardından hiç beklemeden otoyola dahil oluyoruz. 14.14 te Kavala’ya hakim bir tepede yemek molası veriyor ve fotoğraf çektikten sonra tekrar yola devam ediyoruz.

Otoyolun Atina ayrımı civarında daha önce para ödeyerek geçebildiğimiz gişeler kapanmıştı. Sevindik ama uzun sürmedi, çünkü İgoumenitsa’ya 280 km kala, daha önce kapalı olan gişeler faaliyete geçmiş, 2,80 Euro otoyol parası aldılar. Bu arada yağmur yağmaya başladı. Saatler 20.15’i gösterirken İgoumenitsa’ya giriyoruz. Bir benzinciden yakıtımızı aldıktan sonra daha önce gitttiğimiz Endeavur Lines bürosuna uğruyor ve grev olduğu için gemi olmadığını öğreniyoruz. Limandaki ofisleri dolaşıp birisinde gece feribot kalkacağını öğrenip biletlerimizi alıyor ve karavanımızı gece için hazırlayıp beklemeye başlıyoruz.  23.00 sularında “Rüzgar” isimli feribotumuz limana yanaşıyor ve yükleme başlıyor. Open Deck yerimize parkedip gemi içinde biraz dolaştıktan sonra kalkışı beklemeden uyuyoruz.

Perşembe, Haziran 16, 2011

İtalya (2. gün)

Sabah erken saatte, uykumuzu almış olarak uyanıyoruz. Brindisi sahili üzerinde güneş doğuyor. Yerel saatle 09.48 de feribottan iniyoruz. Hava parçalı bulutlu, sıcaklık 22-23 derece civarında, herhangibir kontrol olmadan İtalya karayollarında seyahatimize başlıyoruz. İlk hedefimiz Amalfi. Bu yolculuğumuzda bize eşlik eden, daha doğrusu bize yol gösteren yeni bir dostumuz var. Garmin Nüvi 1410 navigasyon cihazımıza, seyahate çıkmadan önce yüklediğimiz Avrupa harita bilgilerini kullanarak, gideceğimiz yerlere daha kolay ve verimli ulaşmayı hedefliyoruz. Bu amaçla, Amalfi ismini girdik ve İtalya’da otoyolar birhayli pahalı olduğu için cihaza, bizi otoyollardan, paralı geçişlerden uzak tutmasını söyledik. Yaklaşık 70 km kadar sonra Taranto kentine geldik. Şehir merkezinde arabamızı parkedip biraz dolaştık, sonra bir kafede oturup açlığımızı bastırdık. Taranto şehri, MÖ 7. yy.da Sparta (Yunan) kolonisi olarak kurulmuş bir liman kenti. Günümüzde nüfusu 200,000 civarında olan kent, tarihte Kartaca kralı Hannibal’e de evsahipliği yapmış, 34 yıl boyunca da Abbasiler tarafından yönetilmiş, daha sonra bizans döneminde yeniden yapılanmış.Taranto' da binalar

İtalya’nın önemli bir askeri deniz üssü de olan şehir bir dönem, çevresindeki fabrikaların havayı kirletmesiyle ünlenmiş. Şehir çok canlı, fakat hava giderek ısındı, saat 13.15′ te yola koyulduk.

Saat 16.43 te Salerno‘ya geldik, şehir girişinde kötü bir tünel var, trafik sıkıştı. Çıkışta yolu kaçırıp ilerledik ve başka bir yerleşim biriminden geri dönüp Salerno’ya girdik. Çok canlı tipik bir İtalyan liman kenti. Limanda büyük bir yolcu gemisi ve şehirde bolca turist vardı. 17.43’te Salerno’dan ayrılıp Amalfi yönünde yolumuza devam ettik. Bir süre sonra, önce Amalfi zannettiğimiz güzel bir koya gelip (Castiglione)  burada kalmaya karar verdik.Amalfi

Cuma, Haziran 17, 2011

İtalya (3. gün)

Saat 07.57 de, kaldığımız koyda serin bir yaz sabahına uyandık ve Positano‘ya doğru hareket ettik. Virajlı sahil yolunda ilerlemeye başlamıştık ki  1 km sonra asıl Amalfi’ye geldik. Amalfi, Campania bölgesinde Salerno’nun bir alt komünü olup tarihte ilk defa 6. yy’da ortaya çıkmış. Akdeniz bölgesinde önemli bir ticaret şehri haline gelen Amalfi, 1920-30′ lu yıllarda İngiliz aristokrasisinin sıkça uğradığı bir tatil yöresi olmuş. Limonçello yapımıyla da ünlenen bu şehrin bir diğer üretimi davetiye yapımında kullanılan kalın kağıtlar. Burada hemen her evin etrafında limon bahçeleri var ve limonlar normal boyutun iki misli büyüklükte…Şehirde bir tur attıktan sonra tekrar sahil yolunda ilerlemeye devam ediyoruz.Amalfi

Bu defa Positano’ya geliyoruz. Burası çok daha şık ve yüksek sosyeteye hitap ettiği her halinden anlaşılan bir yerleşim yeri. 16.ve17.yy’larda en parlak dönemini yaşayan bu balıkçı kasabası 19. yy’da nüfusunun yarıdan fazlasının Avustralya’ya göç etmesi sonucu zor duruma düşmüş ve 1950’lerden sonra turizm sayesinde toparlayabilmiş. Denize paralel uzanan dağların oluşturduğu sarp yamaçlarda bile evler ve limon bahçeleri var. Bu da manzaraya ayrı bir hoşluk katıyor. Aynı virajlı ve dar yoldan ilerlerken başka güzel koylardan da geçiyoruz. Bunlardan birisi de Furore koyu. Bu daracık koya bile inmek için asfalt yol yapmışlar ama biz yukarıda durup fotoğraf çekmeyi ve seyretmeyi tercih ediyoruz. İtalya’da okullar henüz tatile girmedikleri için buralardaki pek çok ev kapalı. Bu yörede asıl yaz sezonunun Temmuz ayı ile başladığı ve Ağustos sonundan önce de sona erdiği bilinen bir gerçek…Sorrento limanı

Sırada Sorrento kenti var. Roma döneminde adı Surrentum olan ve tarihi MÖ 600 yılına uzanan bir kıyı kasabası. Salerno’ya benzemekle birlikte daha güzel bir kent. Falezlerin üzerindeki bir kilisenin bahçesinde bir hayli turist vardı ve oradan manzara muhteşemdi. Kilisede de bir evlenme töreni icra ediliyordu. Manzarayı seyredip fotoğraflarımızı çektik ve yolda kahvemizi içip şehirde kısa bir tur attıktan sonra tekrar yola koyulduk. Bu defa hedefimizde Pompei harabeleri var.

Pompei yerleşkesine geldik fakat harabelere ilişkin herhangi bir yönlendirme yoktu. Birkaç kişiye sorduk, beklediğimiz cevabı alamayınca navigatöre Vezüv‘ü girdik. Çok geçmeden tırmanmaya başladık. Hedefte de Vezüv bütün ihtişamıyla görünmekteydi. Ancak yarı yola geldiğimizde bir kontrol noktasında bekleşen turistler gördük. Meğer buradan yukarıya kratere kadar özel arazi araçlarıyla çıkılabiliyormuş. Ya da işi ticari olarak böyle yönetmeyi uygun görmüş İtalyan dostlarımız… Bu seyahat iki saat sürdüğü için beklemedik ve teşekkür edip aşağıya geri döndük.

Deniz seviyesine indiğimizde Pompei’ yi tekrar sorduk, bilen çıkmadı ve biz de Roma yönünde ilerlemeye devam ettik. Navigatör bizi Napoli’den geçmek zorunda bıraktı. Napoli biraz İstanbul’u andırıyor. Kaos ve çöpler şehre hakim olmuş. Trafik karmaşası bize 1,5 saate mal oldu. Çıkışta Fornia kentini navigatöre girdik, SS7 yolunda giderken önce Fornia’dan geçtik, sonra Gaeta’ya geldik. Burası da tipik bir İtalyan kıyı kenti. Yüksek tepesinde kalesi var, caddeleri İtalyan renklerinde binalarla kuşatılmış. Trafikte diğer İtalyan yerleşimlerinde olduğu gibi bol miktarda motorsiklet (daha doğrusu Vespa) var. Arabaların arasında vızır vızır slalom yapıyorlar. Bayan sürücüler ise çoğunlukta…Positano yolunda bir koy

Gaeta çıkışında takip ettiğimiz SS 213 yolu da yine yazlık evlerle dolu, sağ tarafı yükseltiler içinde üzüm bağlarıyla kaplı, sol tarafı denizle sınırlı yeşil alanlarla çevrelenmiş. Bu arada sıcaklık  giderek yükselmeye başladı. Gündüzleri 25 dereceye kadar çıkan sıcaklık, güneşte dolaşmamızı sınırladı. Günün ilerleyen saatlerinde, güneş yavaş yavaş aşağıya inerken Terracina‘ya ulaştık. Burası da çok şirin bir sahil yerleşimi. Geniş kumsallı bir sahili ve ondan yolla ayrılmış kent yerleşimi olan bir kasaba. Bu geceyi de burada geçirmeye karar verdik.

Cumartesi, Haziran 18, 2011

İtalya (4. gün)

Sabah 06.30 da uyanıp bir güzel deniz banyosu yaptım. Su oldukça ılıktı. Benden başka bir kişi daha vardı yüzen. Sonra kahvaltımızı yaptık ve 08.08’de Terracina‘dan ayrıldık. Kentten ayrıldıktan 75 km sonra Navigatöre parasız yoldan git dediğimiz için Roma‘ya girdik ve trafikte ağır ilerledikten sonra 12.00 civarında şehirden çıkabildik. Bugün Cumartesi olduğu için yollar biraz daha kalabalık, hafta sonu turizmi etkin. Yeni hedefimiz Perugia şehri. Borlupo ve Borgetto yerleşimlerinden geçtikten sonra Otricoli adında bir kale içi köye geldik. Burası yaklaşık 100 mt yükseklikte şirin ve dar sokaklı bir köy.  Biraz dinlendikten sonra tekrar yola koyulduk, hava oldukça ısındı. SS3 Perugia yoluna çıkıp 110 km hız limiti yardımıyla daha seri yol almaya başladık. Pantalla isimli kasabadan geçtik, E45 yoluna girdik, 15.51 itibariyle Perugia’ya 30 km kaldı. Perugia’ya girişte T5’imizi parkedip 1,5 saat kadar bu şirin kale içi yerleşimi dolaştık. DSC_0190

Perugia, Tiber nehri kenarında yerleşik bir antik şehir ve Umbria alt bölgesinin başkenti. Tarihi MÖ 4.yy’a kadar iniyor. Tarihteki adı Perusia olan kent genellikle Papa idaresinde ve çok parlamadan değişik kültürlere evsahipliği yapmış. Çukulatası meşhur olan kent, defalarca depremde hasar görmüş. Otricoli köyü ise, Tiber nehrinin doğu yakasında MÖ 4.yy’a dayanan tarihiyle ve yağ üretimiyle ünlü bir yerleşim. Eski banyoları ve anfitiyatro kalıntıları hala görülebiliyor. Kente, arabamızı önünde parkettiğimiz Porta San Pietro kapısından giriliyor. Pekçok tarihi eseri bünyesinde barındıran Perugia’da bir de eski üniversite var. 

Saat 18.50 civarında kentten ayrıldık ve navigatöre Siena‘yı girdik. Siena, mutfağı, sanatı, müzeleri ve yılda iki kez yapılan at yarışları (Palio) ile ünlü bir tarihi şehir. MÖ 900-400 yılları arasında Etrüskler zamanında “Saina” adındaki kabile tarafından kurulan bir şehirmiş. Etrüskler, sulama konusunda geliştirdikleri teknikler sayesinde tarımda bir hayli ilerlemişler ve aynı zamanda savunması kolay tepe kentleri kurmakla ünlenmişler. Bir rivayete göre, Siena, Bir kurt tarafından emzirilen iki kardeş (Remus ve Romulus) ten Remus’un oğlu Senius tarafından kurulmuştur. Bu nedenle şehrin her yerinde çocukları emziren kurt heykeli görülebiliyor. Roma şehri de, adını Romulus’tan almış…

Siena, ticaret yolu üzerinde kurulmadığı için bu konuda gelişmemiş, hatta Hristiyanlık da, Lombardların istilasına kadar (MS 4.yy) şehre girememiş. Daha sonra tefecilik ve yün ticareti konularında gelişmiş. Piazza del Campo ve Siena Katedrali 13. yy’da inşa edilmiş. Kentin hem savaşlarda hem de günümüzde spor karşılaşmalarında rakibi hep Floransa olmuş. Siena üniversitesi 1240′ ta kurulmuş.DSC_0262

Siena’da heryıl iki kere düzenlenen at yarışları (Palio) tarihi çok eskiye dayanıyor. Önceleri boğa güreşi, sonra eşek yarışı olarak düzenlenen yarışlara, 1590 tarihinde boğa güreşlerinin yasaklanmasıyla at yarışı olarak devam edilmiş. Siena’da arabamızı eski şehir merkezinin surlarının dışındaki büyük otoparka parkettik ve şehirde turlamaya başladık, bu arada hava da kararmaya başladı. Birkaç lokanta bakındıktan sonra ana meydana (Piazza del Campo) bakan bir pizzacıda karnımızı doyurup geceyi bu güzel tarihi kentte geçirdik.

Pazar, Haziran 19, 2011

İtalya (5. gün)

Sabah 06.00 da uyanıp hemen yola koyuluyoruz. Bugün ilk hedefimiz Floransa. Ana yol dışındaki ara yollardan eşsiz doğayı ve üzüm bağlarını seyrederek yol alıyor ve 09.00 da Floransa’ya ulaşıyoruz. Şehre tepeden bakan panoramik görüşe sahip meydanda durup kahvaltımızı yapıyoruz. Meydan bir hayli kalabalık. Daha sonra bu kalabalığın bir sergi nedeniyle olduğunu anlıyoruz. Sergide eski motorsikletler ve arabalar var. Bir saat kadar oyalanıp, daha önce gezip gördüğümüz  şehre girmemeye karar veriyor ve Tonda‘ ya doğru yola çıkıyoruz. DSC_0274

SP4 yolunda ilerlerken Cerbaia adında şirin bir kasabada duruyor ve yerel pazarı geziyoruz. Pazar günü olduğu için çok bisiklet sporu yapan var. Köşedeki kahvede kahvelerimizi içip tekrar yola koyuluyoruz. Yeşillikler içinden geçerek bir tepenin üzerindeki Hapimag Tonda tesisine ulaşıyoruz. Şirin tesis müdiresi tesisin dolu olduğunu, hatta yolumuz üzerindeki tüm tesislerin dolu olduğunu söyleyip, genel mekanları kullanabileceğimizi hatırlatıyor ve arabamızı parkedip biraz dinlendikten sonra havuza giriyor ve tazeleniyoruz. Burada birkaç gün kalınıp etraf gezilebilir, bisiklete de uygun güzel yollar var…Saat 14.35 te Hapimag’dan ayrılıyoruz.

Floransa, İtalya rönesansının doğum yeri olduğu söylenen ve Arno nehri üzerinde kurulmuş şirin bir ticaret şehri. Toscana eyaletinin başkenti olan şehirde Leonardo da Vinci ve Michelangelo gibi ünlü sanatçılar yetişmiş.Tarihte ise MÖ 59 yılında Sezar’ın emekli askerlerine Arno kıyısındaki verimli toprakları vermesiyle ortaya çıkan, Roma imparatorluğunun yıkılmasından sonra da Bizans ve Ostrogot istilasına uğrayan bir yerleşim olmuş.

15.yy’ın ikinci yarısında bankacılık yapan Medici hanedanlığının yönetimine giren şehir, toplum yönetimi açısından tarihte örnek teşkil edecek yapılanmalara sahne olmuş. Arti Minori (kuyumculuk, seramik, oymacılık gibi ikincil sanat erbabı) ile Arti Maggiori (resim, heykel,  mimarlık gibi temel sanat erbabı), dokumacılıkla uğraşanlar ve bankacılardan oluşan gruplar (loncalar), şehrin kaderinin tayininde rol oynamışlar.  1347-1353 yılları arasında ortaya çıkan veba salgını şehri ve nüfusunu derinden etkilemiş. 1864-1870 yılları arasında başkent konumuna da gelen Floransa, Santa Maria del Fiore (Duomo) katedraliyle de meşhur.

Akşamüzeri olmadan Pisa‘ya vardık ve bir otoparka parkedip, daha önce de gezdiğimiz meşhur eğri kuleli mekanı tekrar dolaştık. Bir de yeni evli çifte rastladık ve otoparktan ayrılırken bir Türk kızıyla İngiliz kocası ve iki çocuktan oluşan, cipleriyle Avrupa turunda olan şeker bir aileyle 15 dakika sohbet ettik.

Pisa, MÖ 5.yy’a dayanan tarihiyle ve ortaçağda üst Tiren denizi kıyısındaki tek ticari merkez olmasıyla bilinen bir şehir. İki nehrin denizle buluştuğu noktada kurulmuş olan şehrin günümüzde çok bilinen yeri Duomo meydanı. 11.yy’da sahip olduğu deniz filosu ile adalar ve kuzey Afrika’ da fırtınalar estiren Pisa, Palermo‘da elde ettiği altın madeni sayesinde Duomo meydanındaki katedralin inşaatına başlamış. İstanbul’a kadar gelen Pisalılara vergiden muafiyet bile tanınmış ve nüfusları 1,000’e ulaşmış. 12. ve 13.yy’ larda çevre kolonilerle ve çoğunlukla Genova ile savaşmaya devam eden Pisa’nın gerileme dönemi de 13.yy sonlarında başlamış. Ünlü fizikçi Galileo Galilei’ nin de doğum yeri olan Pisa günümüzde turizmden büyük gelir elde ediyor. Pisa’yı meşhur eden kule, Daha önce yapılan katedralin çan kulesi olarak 1173 yılında inşa edilmiş ve zemin problemi nedeniyle yapımından itibaren güneye doğru yatmaya başlamış. Genova ve Venedik’e karşı bir güç gösterisi olması amacıyla yapılan kule, çökmemesi için 20 milyon İngiliz Sterlingi harcanarak sağlamlaştırılmış. DSC_0337

Saat 19.27’de Pisa’dan ayrılıp rotamızı La Spezia‘ya çeviriyoruz. Akşam 21.00 gibi La Spezia’ya girdik. Oldukça büyük bir liman kenti. Büyük bir de marinası var. Sahil boyunca gidip geldikten sonra yine sahilde parkedip biraz yürüdük. Terracina şehrinde akşam yemeği yediğimiz lokanta zincirinin bir halkasını burada da bulduk ve son müşteri olarak bir güzel karnımızı doyurduk.

Yemek sonrası sahildeki gösterileri izledik. Meğer bir de denizcilik fuarı varmış, onu da gezdik, oldukça kalabalıktı. La Spezia, Ligurya bölgesinde bulunan önemli bir ticari, sivil ve askeri liman kenti. Aynı zamanda önemli bir askeri savunma sanayii üretim tesisi de var.  Şehir dağlarla sahil arasına sıkışmış bir şerit üzerine kurulmuş. İkinci dünya savaşı bitiminde hayatta kalabilen yaklaşık 23,000 Yahudi buradan İsrail’e gemilerle gitmişler. Bu nedenle İsrail coğrafik haritasında buraya “La Spezia” yerine “Schaar Zion” (Door to Sion) adı verilmiş. Geceyi burada geçirdik.

Pazartesi, Haziran 20, 2011

İtalya (6. gün)

Bugünkü hedefimiz Portofino. Ligurian denizine paralel uzanan SP1 yolunu takiben önce dağa tırmandık ve tepede çok şirin bir otel-cafe-lokanta’da durup sabah kahvemizi içtik. Burası yüksekte olduğu için güzel manzaralı ve serin bir yerdi. Köpekle de kalınabiliyormuş. SP 38 yoluna bağlanıp Monterosso al Mare, Levanto, Moneglia üzerinden Sestri Levante‘ye gelip yakıt alıyoruz ve yola devam ediyoruz. Solumuz deniz ve halk Ligurian denizinin plajlarına akın etmiş. Trafik ağır ilerliyor. SP1 yolu üzerinde az sonra Santa Margherita Ligure’ ye geliyoruz. Cennet gibi bir yer. Biraz sonra da Portofino’ya ulaşıyoruz. Ancak kasaba girişinde bizi bayan trafik polisi karşılıyor ve İtalyanca olarak (anlayabildiğim kadarıyla) açık otoparkların dolu olduğunu, kapalı otoparkta yer olduğunu ama bizim aracımızın sığmayacağını söyleyerek bizi kibarca geri gönderiyor. DSC_0434

Aynı yoldan geri dönerek SP1 yolunu takiben Sori kasabasından geçip Genova‘ya ulaşıyoruz. Burası da her büyük şehir gibi kalabalık, sıcak, trafik yoğun. Decathlon mağazasında bir saat kadar mola veriyoruz ve alışveriş yapıyorum. Sonra tekrar yola koyulup SP1’i takip ederek sahil boyunca ilerliyoruz. Sanremo şehrini de durmadan geçerek yolda müthiş güzel bir dondurma yiyoruz. Ardından da Saat 20.06 itibariyle Fransa’ya girip Menton kentinde marina otoparkına arabamızı parkediyoruz. Yaya olarak şehir merkezine giriyoruz. Çok güzel ve canlı, turist kaynayan bir Fransız sahil kenti. Takma adı da “Fransa’nın incisi” imiş…Merkezde bir piza restoran gözümüze kestirip oturuyor ve bira eşliğinde karnımızı doyuruyoruz. Yemek üzerine bir de güzel yürüyüş yapıp burada gecelemeye karar veriyoruz.

Salı, Haziran 21, 2011

Fransa (7. gün)

Sabah erkenden dinlenmiş olarak kalkıyoruz. Marinadaki bazı tekne sahipleri de uyanmışlar, güne hazırlık yapıyorlar.  Rotamızda Antibes var. Monaco‘ya doğru giden yol çok güzel, biraz yükseldik, manzara muhteşem, La Turbie adında şirin bir yerleşime geldik, merkezde bir cafede sabah kahvelerimizi içtik. Sonra kasabada biraz yürüdük, şirin, restore edilmiş eski sokakları ve evleri olan bir yerleşim. Okullar hala açık, öğrenciler açık havada oyun oynuyorlardı. Monaco’ya doğru inen yolu ve güzel manzarayı takiben Monte Carlo’ ya girdik. Daha önce de gördüğümüz bu betonlaşmış şehrin bol otoparkı var ama çoğu kapalı ve yükseklik bize yetmediği için arabamızı parkedemiyoruz. St Tropez'de gün batımı

Kalenin altında büyük bir park yeri görüp oranın yüksekliği yeterli olur diyerek yöneliyoruz, bu defa da görevli bizi sokmuyor. Biz de yola devam kararı veriyoruz.  Nice‘e geldiğimizde önce sahile paralel bir arka caddeden boydan boya şehri katedip sonra sahil yolundan geri dönüyoruz. Çok kalabalık, hava sıcak ve tek bir araba parkedecek yer yok. Şehrin girişindeki yüksekçe yere doğru çıkıyoruz ve burada bir mezarlığın yanında kaskad şeklinde şelalelerin ve bir de seyir terasının olduğunu görüyoruz. Arabamızı parkedip sandviçlerimizi yiyor ve terasta fotoğraflarımızı çekip geri dönüyoruz.

Sahil yolunu takiben Antibes şehrine doğru gidiyor ve Nice yönünde ilerlerken sağdaki sakin plajlardan birinde durup denize giriyor ve duş alarak tazeleniyoruz. Saat 16.30 da  Cannes şehrine doğru hareket ediyoruz. Cannes şehri de Nice gibi kalabalık, otoparklar dolu, bu nedenle burada da bir tur atıp daha önce gezdiğimiz bu şehirden ayrılıyoruz. Yol denizden uzaklaşıp dağlara doğru çıkmaya başladı, yolumuza çıkan bir kasabada bir boulangeri dükkanı görüp durduk, Dilek iki çeşit pasta aldı, biraz ileride durup kola eşliğinde bu güzel pastaları paylaşarak yedik. Sonra St.Tropez’ ye doğru yolumuza devam ettik. Akşam olmadan St. Tropez’e vardık ve bir tur attık. Çok canlı ve kalabalık.  Canlı konserler, gösteri yapanlar, şık arabalarıyla geçenler, dondurma yalayanlar geceyi süslüyordu. 

St. Tropez oldukça pahalı olduğu her halinden belli biraz züppe bir şehir. Otopark sıkıntısı olduğundan sahilde özel bir işletmeye ait alanda parkettik. Ertesi sabah çıkarken ödediğimiz tutar otel fiyatı gibiydi… Yediğimiz dondurmalar da şu ana kadar yediklerimiz arasında en pahalı olanıydı (8 Euro). Yine de eğlenmekten ve kalabalıktan hoşlanana çok uygun bir yer. Sosyeteye fazla karışmadan geceyi burada geçirdik.

Çarşamba, Haziran 22, 2011

Fransa (8. gün)

Saat 8.43 gibi yola çıktık. Yolda Hyeres Les Palmiers adında bir yerleşime girip kahvaltımızı yaptıktan sonra saat 11.22 de Toulon’ a geldik. Hava oldukça ısındı. Toulon büyük bir iş şehri, turizm anlamında bir özelliği yok gibi. Bu nedenle durmadan geçiyoruz.  Saat 12.16 da Hapimag Le Madraque tesisine geldik. Tesisin yeri ve bulunduğu koy çok şirin, çıkışındaki koylarda campingler var, köpek de kabul ediyorlar.

Yolumuzdaki Marsilya, Napoli ile arkadaş bir şehir. Hem çok eski ve büyük, hem çok kozmopolit, hem de kalabalık ve yorucu. Bu nedenle içinde bir tur attıktan sonra durmadan geçip 13.40 gibi dışına çıktık.  Avignon‘ a vardıktan sonra ilk yarım saat arabayla turladık. Oldukça büyük ve tarihi bir şehir olduğu anlaşılıyor. Nehrin her iki yakasında da sur içi eski şehir var. Ancak turist çok ve park yeri az, yine aracımızı parkedecek yer bulamadık. Saat 17.15 civarı ve hava çok sıcak. Daha fazla oyalanmamak için, bu güzel şehre tekrar gelip kalmaya ve gezmeye karar verip ayrılıyoruz. Avignon, papalar tarafından 1348 yılında satın alınıp, Fransız ihtilaline kadar da onların yönetiminde kaldığından, bu şehre “Papaların şehri” adı verilmiş. Rhone nehri kıyısındaki şehirde eski yapılar oldukça iyi korunmuş durumda. Avignon üniversitesi 1303 yılında kurulmuş ve Avignon tiyatro festivali her sene yapılıyormuş.

Valence yönünde E15  yolunda kuzeye doğru ilerlerken, saat 18.27’de Chateauneuf-du-Rhone adında çok şirin, tarihi ve iyi korunmuş, sur içi bir köyden geçtik. Tekrar buradan geçilirse gezilmeye değer bir yer.  Montelimar şehrini de geçtikten sonra, hava yavaş yavaş bozarken ve gün batmadan Valence kentine geldik ve burada geceledik. 

Perşembe, Haziran 23, 2011

Fransa (9. gün)

Serin bir Valence sabahına 06.45’te uyandık. Lyon şehrine yakın Vienne kasabası oldukça eski ve çok turist var. Rhone nehri kıyısındaki bu yerleşim de ilginç olabilir. Lyon kentine varmadan önce geçtiğimiz banliyö yerleşimleri çok hoş. Şehirde bir tur atıyoruz, otopark sıkıntısı var. Nehir kenarındaki açık otoparklara da, pek çok fransız yerleşiminde olduğu gibi, karavan parketmesin diye 2.10 m yüksekliğinde bariyer koymuşlar, bu nedenle karavan olmamakla birlikte, combibox’lu yüksekliğimiz 2.45 m olduğu için giremiyoruz.

Fransa’nın ikinci büyük kenti olan Lyon, tarihte ipek üretimiyle ve mutfağıyla ün yapmış. Günümüzde bankacılık, farmakoloji ve bioteknik konularında da oldukça ilerlemiş. Lyon MÖ 43 yılında Sezar’ın teğmenlerinden birisi tarafından bir Roman kolonisi olarak kurulmuş. Lyon, Fransa’nın kontrolüne 14. yy’da girebilmiş. Dünyada ilk füniküler, Lyon ile Croix-Rousse arasında 1862 yılında inşa edilmiş. Şehrin içinden iki nehir geçiyor. Saone ve Rhone. Lumiere biraderler 1895 tarihinde ilk sinemayı Lyon’da açmışlar.DSC02924

Notr Dame kilisesi, şehre hakim Fourviere tepesi üzerinde 1872-1896 tarihleri arasında, Romanesk-Bizans tarzında inşa edilmiş. Kilise, şehri kurtardığına inanılan Virgin Mary’e ithaf edilmiş. Bu nedenle bir de heykeli dikilmiş. Saat 16.45 gibi Baune yerleşimine geldik. Burası çok ama çok şirin bir yer. Burgundy şaraplarının da meşhur olduğu yermiş. Merkezdeki bedava otoparka arabamızı parkedip şehir içinde gezindik. Çok turist var, başka bir zaman kalınabilir. Bir cafede kahve içip pasta yedik. Bir ara sıkı yağmur yağdı, bir saat kadar oyalanıp tekrar Besancon yönünde yola koyulduk.

Besancon’a geldiğimizde bir otel aradık ve Campanile otele uğradık. 75 Euro gecelik fiyatı olan bu otel doluymuş, yakındaki bir kardeş oteli önerdiler, Premier Class adındaki bu “konteyner” otelde fiyat 40 Euro ve tabii bu da doluymuş. Bu durumda, daha önce navigatöre girdiğim camping listesinden bir tane seçip yola çıktık ve 21.00 gibi kırların ortasında, sessiz, sakin ve serin bir campinge gelip 14 Euro’ya kaldık. Akşam yemeğimizi güzel bir banyonun ardından camping alanımızda yedik.

Cuma, Haziran 24, 2011

Fransa (10. gün)

Bugün benim doğum günüm. 53 yaşımı bitirip 54 yaşıma girdim. Besancon yakınındaki Cromar isimli yerleşimdeki camping alanında 06.30 da uyandıktan sonra kahvaltımızı yaptık ve hazırlanıp  saat 10.18’de yola çıktık. Hava bulutlu ve serin.

Besancon şehrinde biraz turladıktan sonra kaleye çıktık, parkettik fakat kale kapısından giremedik, köpek yasakmış ve kişi başı 9 Euro. Yukarıdan şehri seyredip tekrar aşağıya indik ve 12.47 gibi buradan ayrıldık. Bu şehirde de bir sonraki gelişte kalınabilir. Navigatöre Strasbourg’u girip yola koyulduk. Belfort’a 45 dakika mesafede bir kasabada durduk, Dilek bir boulangeri’den kiş aldı, öğle yemeği olarak onu yedik, çok güzeldi. Saat 15.38 civarında da Belfort‘ tan geçtik. Çok güzel bir kalesi var. DSC_0068

16.34’te de Colmar‘dan geçtik. 19.00’da Strasbourg‘a girdik. Bir tur atıp biraz merkezden uzakta park yeri bulduk, yürüyerek şehirde bir tur attık, kilisenin karşısındaki lokantalardan birisinde doğum günü menüsü ve dondurma yiyerek geceyi bu güzel şehirde geçirdik.

Cumartesi, Haziran 25, 2011

Fransa – Almanya – İsviçre (11. gün)

Sabah uykumuzu almış olarak uyandık saat 07.00 gibi ve yakınlardaki bir patisseri’de bagel ve kahve ile sabah kahvaltımızı yaptık. Şehrin yerlileri mahalle arasında sergi açmak için çalışmaya başlamışlardı. Yürüyerek  şehir merkezine gidip turladık. Hava serin olmasına rağmen çok turist var ve nehir turu için kuyruk bekliyorlar…

Strasbourg, Fransa’nın Alsace eyaletinin başkenti ve EU parlementosunun da yönetim merkezi. Çağlar boyu Fransa ile Almanya arasında aynı zamanda bir kültür köprüsü de oluşturan şehirdeki üniversite de Fransa’dakilerin en büyüğü. Rhine nehri üzerindeki şehirde sanayi üretimi ve mühendislik, ekonomide başlıca konular. Şehrin tarihi MÖ 1300 yıllarına kadar iniyor. Şehrin gerçek anlamda kuruluşu, MÖ 12 yılında “Argentoratum” adıyla olmuş. İlk Hristiyanlara MS dördüncü yüzyılda rastlanmış. 5.yy’ da Hunlar ve Franklar tarafından ele geçirilen şehir, 923 yılında Büyük Roma İmparatorluğu himayesine girmiş.

Strasbourg Katedralinin inşasına 12.yy.’da başlanmış ve 1439 da bittiğinde dünyanın en yüksek binası ünvanını almış. 1520 de başlayan Protestan reformundan sonra Strasbourg, insani hareketlerin ve kitap basımının  merkezi konumuna gelmiş. İlk modern gazete Strasbourg’da 1605 yılında basılmış. Dünya savaşları sırasında Fransa ile Almanya arasında gidip gelen Strasbourg, şehirde yaşayan Yahudiler nedeniyle de sıkıntılara maruz kalmış. En son 1940 ta on ay boyunca boşaltılan ve boş kalan şehirden, Yahudiler kovulmuş ve 54 metre yüksekliğindeki kubbesiyle meşhur bir yapı olan sinagog, yerle bir edilmiş. 1943 te bombardımanda ağır hasar alan şehir, 1950-1970 arasında yeniden imar edilmiş. Alman kültürünün ağırlığını, şehrin hemen her yerinde görülen Alman “fachtwerkhause” stilinden anlamak mümkündür. Şehirde “Petite France” adıyla bilinen ve resimlerde de bolca görülen asıl merkez bu stilde yapılmış evlerle ve çiçeklerle süslenmiş bir turizm merkezi. Saat 12.10 gibi, atıştırmaya başlayan yağmurla birlikte yola koyulduk. 

Navigatöre Freiburg‘u girdik ve henüz otuz km bile gitmeden yolumuz Rhein nehri kenarındaki bir feribot iskelesinde sonlandı, ücretsiz feribot ile beş dakikada karşı kıyıdaki Almanya topraklarına ulaştık (saat 13.31). Kara ormanların içinden arabamızı sürerek güneye doğru ilerledik. Freiburg’da arabamızı parkedip yürüyerek merkeze gittik ve önce biraz oturup soluklandıktan sonra şehir tanıma turu yaptık. Bu arada sosisli sandviç bulup karnımızı doyurduk. Tek kelimeyle enfesti. Cumartesi günü olduğu için şehirliler çoluk çocuk sokaktaydı ve çok turist vardı. Hava da güzel olunca epey renkli bir Freiburg gününe denk geldiğimiz söylenebilir. Freiburg, Almanyanın alt batı ucunda Baden-Württemberg eyaletinde tarihi üniversitesi ile meşhur bir şehir. 1120 yılında kurulan şehir, Akdeniz ile Kuzey denizinin, aynı zamanda Tuna ile Rhein nehirlerinin arasında bir köprü kurmakta.

Şehirdeki cadde ve sokaklarda açık olarak temiz su taşıyan ve “Bachle” adı verilen minik su kanalları var. Eskiden yangınla mücadele ve tarlalara su iletmek maksadıyla yapılan kanallar, şimdilerde çocukların kağıttan kayık yüzdürdüğü bir eğlence unsuru. Kazara içine basan olursa bir Freiburg’luyla evleneceğine olan inanışsa hala sürmekte… Saat 16.21 de Freiburg’dan ayrılıp, Hapimag otelinin de bulunduğu Unterkirnach‘ a doğru yola çıktık. Saat 17.30 gibi şehre ulaştık, oldukça güzel ve hareketli bir şehir. Hapimag otelde ise restorasyon çalışması varmış, Luzern’i hedef olarak girip yola devam ediyoruz.

Hava kararmadan az önce Luzern‘e geliyoruz, fakat o da ne? Ortalıkta müthiş bir kalabalık, yolların kimi kesilmiş, kimi başka yöne verilmiş, epeyce uğraştıktan ve birkaç tur attıktan sonra, göl kenarında istasyona yakın bir otoparktan çıkan bir aracın yerine girip parkediyoruz. İnip sahildeki kalabalığa karışıyoruz. Bu kalabalığın çoğu gençlik ve bir şey kutladıkları belli. Sonradan öğrendiğimize göre, yılda bir yapılan bir yaza merhaba festivaliymiş. Ancak İsviçre’ye pek de yakışmayan bir gençlik kutlaması. Alkol duvarını aşmış (belki de ot çekmiş!) gençler bir hayli taşkın. Sandviçlerimizi orada hızla yedikten onra kalabalıktan sıkılıp arabamızı alarak karşı kıyıya geçmeye çalışıyoruz. Yollar değiştirildiği için navigatör de yardım edemiyor. Derken bir gümbürtü kopuyor. Havai fişek gösterisi başlıyor ve neredeyse yarım saat sürüyor. Bitimine yakın biz de karşı kıyıya ulaşıyoruz ve geceyi bu güzel göl kentinde geçiriyoruz. DSC03429

Luzern, İsviçre’nin Almanca konuşulan bölgesinde önemli bir turizm merkezi. Ahşap Kapellbrücke ve kulesi, tarihi kalesi, ölen aslan figürü görülmesi gereken yerlerden bazıları. Şehrin tarihi MS 6.yy’a kadar gidiyor. Yıl boyunca devam eden pek çok festivale evsahipliği yapan şehirde yaşayan yaklaşık 100,000 kişinin %97’si Katolik. 

Pazar, Haziran 26, 2011

İsviçre – İtalya (12. gün)

Sabah 08.00’e doğru uyandık ve hazırlıklarımızı tamamlayıp kahvaltı ettikten sonra kaleye çıktık. Fotoğraflarımızı çekip açık ve güneşli havada   kahve içmek istedik, Euro kabul etmediler, kredi kartı da 20 Euro altında çektirmeyince “Ölen Aslan” figürünü ziyaret edip İnterlaken‘e doğru yola koyuluyoruz, saat 10.43. Yolda Hergiswil adlı kasabada bir cafede durup, bankadan 100 sfr çektik ve kahve-pasta yedik. Yanımızdaki masada oturan ve bu kasabada cam fabrikasında çalışan bir Türkle sohbet ettik. İnterlaken’e giden yol göl kenarını takip ediyor ve muhteşem. 8 numaralı yoldan güneye doğru inerken göl kenarında Brienz isimli köyde durduk. Yol üzerinde kalınabilecek güzel yerler ve “caravan parking”ler var. Çok motorlu turist var. Durmuşken somonlu-peynirli sandviçlerimizi hazırlayıp göl manzarasına karşı karnımızı doyurduk. Hava oldukça sıcak. 13.45 gibi Hapimag Interlaken’e doğru yola devam ediyoruz. Interlaken de hareketli ve şirin bir yer. 

Interlaken’den ayrıldıktan sonra 8 numaralı yolda batıya doğru giderken Spiez kasabasından geçip güneye doğru dönüyoruz ve yolun sonunda bir gişeye gelip 27 sfr ödedikten sonra arabayla trene biniyoruz. Üzeri sacla kaplı vagonlar hareket ediyor ve Löschenberg tüneline giriyoruz. Bu tünel İsviçre Alplerinin altından geçip Simplon Tüneli ile birlikte İtalya’ya geçişte önemli bir kolaylık sağlıyor. Yapımına 1906 yılında başlanan ve hizmete 1913 yılında giren, içinde iki ray olan tünel 36 km uzunluğunda. Kandersteg ile Koppenstein arasında hizmet veriyor. Yaklaşık 15 dakika süren yolculuk sonrası trenden inip yola devam ediyoruz. DSC03846

Navigatörümüze İtalya’daki Maggiaro gölü kıyısındaki Hapimag Cannero‘yu girmiştik ama, trenden inince alet bizi tuhaf yollara soktu, dağlara dar yoldan tırmandık ve otoyola birleşince geri dönüp virajlı yollardan aşağı indik, ve tekrar trene bindik. Bu ikinci trene 22 sfr ödedik ve yolculuk 18 dakika sürdü. Bu da, meşhur Simplon tüneliymiş ve bizi İsviçre’nin Brig kasabasından alıp İtalya’nın İselle kasabasına getirdi. Bu çift tüplü tünelin ilk tübünün inşası 1898 de başlayıp 10 Mayıs 1906 tarihinde açılmış ve uzunluğu 19,700 metre. İkinci tüp ise, 1912 de başlamış ve 1921 de hizmete girmiş.İselle’de bir gümrük kapısı vardı, önünde de bir memur dikiliyordu, bizi durdurmadı, geçtik ve az sonra Montecrestese kasabasına ulaştık. Saat 20.30 gibi de Hapimag Cannero tesisine geldik. Tesis çok güzel. Biraz dolaştıktan sonra kıyıda Maggiaro gölüne karşı bir güzel karnımızı doyurduk. Tesis dolu, canlı, restoranlarda canlı müzik var, bu geceyi de burada geçirdik.

Pazartesi, Haziran 27, 2011

İtalya (13. gün)

Sabah resepsiyon ve gezi rehberinden bilgi aldık ve saat 11.04 de Como yönüne doğru yola çıkıyoruz. Biraz sonra Cannobio adlı kasabadan geçtik, çok canlı ve göl kenarında campingler var. Hava çok sıcak oldu. SS34 yolunda kuzeye doğru ilerlerken San Bartelomeo adındaki kasabadan tekrar İsviçre’ye girdik, girerken polis pasaportlara baktı, milliyetimizi sordu ve geçtik.

Biraz sonra Locarno kasabasına geldik. Bir patisseriden aldığımız pastaları, oturduğumuz bir cafede kahvemizle bir güzel yedik. Bu kasaba da şirin, bol turist var. Buradaki Hapimag Ascona oteline de uğradık, göle biraz uzak ve sakin bir yerde. Lugano‘ya doğru yola devam ediyoruz.  Lugano’da  yol kenarında T5’i parkedip merkeze yürüdük. Bu arada, Lugano’da park sisteminde farklılık varmış. Parkometrede 1-6 arası park yeri numarası var. Hangi yere arabanızı parkettiyseniz, o numaraya para koyup kredi alıyorsunuz, süreniz ekranda görünüyor. Herhangibir park yerinin süresi dolmuş ve araba hala oradaysa, görevli cezayı yazıyor.

Merkezde bir İtalyan restoranda prochuttolu pizza yedik, gerçekten farklıydı lezzeti. Üzerine de dondurma tattıktan sonra saat 16.00 da hareket ettik, Como‘ya doğru. Lugano kesinlikle tekrar gelinip kalınabilecek bir şehir. Yolda tekrar Como’dan İtalya’ya giriyoruz. Saat 18.00 de Bellagio‘ya geldik ve Feribotla ama yayan olarak yakındaki Varenna‘ya gidiyoruz. Çok şirin bir yerleşim. Oteller oldukça pahalı, cafeler de öyle. Bir saat kadar dolaşıp tekrar feribotla Bellagio’ya dönüyoruz 19.30 da. Öğlen yemeğimizi hala sindiremediğimiz için bol su ve bira içerek sahilde oturup piyanist şantörün müziğini dinliyor ve sonrasında bu şirin göl kasabasında geceliyoruz. DSC_0467

Salı, Haziran 28, 2011

İtalya (14. gün)

Sabah navigatöre Bergamo‘yu girdik. Yol üzerinde Lecco‘ya uğradık, çok büyük ve güzel bir şehir. Bir pastanede durduk, Dilek çok güzel zeytinli ekmekçikler aldı. Bir yandan yola devam ettik, bir yandan onları yedik, çok lezzetliydiler. Bergamo’ya giden yol endüstriyel bölgelerin içinden geçiyor, dolayısıyla TIR trafiği çok ve trafik ağır ilerliyor. Bergamo’ya girer girmez bir cafenin önünde parkedip latte machiato eşliğinde ay çöreklerimizi yiyoruz. Sonra Bergamo içlerine girip kaleye doğru tırmanıyor ve kale içinde parkediyoruz. Yaya olarak eski şehri dolaşıyoruz. Tarih kokan bir yer.

Bergamo, İtalya’nın Lombardia bölgesinde Alplerin güney ucunun eteklerinde kurulmuş bir şehir. Celtler tarafından kurulan şehir, MÖ 49 yılında Roma şehri haline gelmiş ve 5.yy’da Attila tarafından yerlebir edilmiş. 11.yy’dan başlayarak bağımsız bir kent olan Bergamo, 1264 te Milano‘nun yönetimine girmiş. 1428 de ise Venedik‘in himayesine giren şehir, 1797 tarihine kadar böyle kalmış, 1815 te Avusturya’ya verilmiş ve Garibaldi tarafından 1859 da hürriyetine kavuşturulmuş. 2. Dünya savaşından yara almadan kurtulan nadir İtalyan şehirlerinden olan Bergamo, müzik tarihinde de özel bir yere sahipmiş. Pek çok müzik sanatçısı ve ressam yetişmiş şehirde. Yüksek bir tepede kurulmuş olan eski şehiri çevreleyen surlar 17. yy da inşa edilmiş. Yeni şehir ile füniküler bağlantısı da mevcutmuş.

Bergamo’dan saat 12.30 gibi ayrıldık ve Brescia yönünde ilerlemeye başladık. Yolda biraz durup alışveriş yaptık,  hava çok çok sıcak, trafik ağır ilerliyor. Saat 15.50 gibi Brescia’ya geldik, ortasında eski şehir var, güzele benziyordu ama araç girişi yasak olduğundan, sıcak havada durmadan devam ediyoruz. SS45bis yolunda kuzeye doğru Garda kenarında ilerlerken Garda’nın riviera kasabası Gardone‘ye girip biraz dinleniyoruz. Maderno ve Lugana kasabalarından geçiyoruz. Lugana da güzel bir yer, yazlık villalar, oteller, campingler bol.DSC_0160

Akşam olmadan saat 19.00 da Verona‘ya ulaşıyoruz. Çok güzel bir şehir olduğu girer girmez belli. Eski şehir merkezine açılan büyük bulvarın kenarında parkedip yayan olarak merkeze gidiyor ve biraz turladıktan sonra kolezyumun karşısındaki bir restoranda akşam yemeği üzerine  dondurmamızı yiyip gece turu attıktan sonra bu tarih kokan şehirde kaldık.

Çarşamba, Haziran 29, 2011

İtalya – Slovenya – Hırvatistan (15. gün)

Sabah Adige nehri kenarında  bir cafede  kahvaltı yaptık ve tekrar yola koyulduk, Vicenza‘ya doğru, saat 08.20.

Verona, tarihi çok net olmayan bir şehir ama, MÖ 550 yılında varlığından söz ediliyor. MÖ 89 yılında Roma kolonisi olan şehir, pek çok tarihi esere evsahipliği yapıyor. Bunların başında, MS 30 yılında tamamlanan ve İtalya’nın üçüncü büyük Roma anfitiyatrosu olan Arena gelmekte. Tarihte 48 kulesiyle meşhur olan şehir, aynı zamanda William Schakespeare’in Romeo ve Juliet adlı eserine de evsahipliği yapmakta.

Saat 09.31 de Vicenza’dan geçiyoruz, burası da büyük ve canlı bir şehir, bol AVM ve outlet var ama hava yine çok sıcak oldu, durmadan yola devam ediyoruz, yönümüz Treviso. Saat 12.07 de SS14 üzerindeyiz ve Trieste yönünde ilerliyoruz. Trieste’ye 30 km kala sola Gorizia yönüne dönüyoruz. Bir süre sonra da tekrar sağa SR117 yoluna çıkıp Trieste istikametinde ilerliyoruz. Saat tam 15.00 te Slovenya’ya giriyoruz. Ljubliyana yolunda bir marketin yanındaki cafede dinlendik ve 16.47 de yola koyulduk. Ljubliyana’da hiç durmadık, daha önce gördüğümüz bir şehir olduğu için devam ettik ve Hırvatistan’a girmeden önce bir OMV’de depomuzu doldurduk, bir de yeni EU karayolu haritası aldık. DSC04563

Hırvatistan’a giden yol çok güzel ve trafik az, yeşilliklerin arasından ve Krka nehrinin yanından keyifle süzülüyoruz. Saat 19.46 da Hırvatistan sınır kapısı Brezice‘ye geliyoruz. Kapıdaki polis, bu kapıdan sadece Hırvatistan vatandaşlarının ve EU pasaportluların geçebildiğini söyleyerek bizi yakında (16 km) ve otoyol üzerinde bulunan başka bir kapıya yönlendirdi. Saat 20.22 itibariyle bu kapıdan 10 dakikada geçerek Hırvatistan’a girdik. 

Sınırdan girdikten kısa bir süre sonra da Saat 21.00 civarında hava kararmaya başlarken Zagrep‘e geldik. Şehirde bir akşam turu attıktan sonra burada gecelemeye karar verdik.

Perşembe, Haziran 30, 2011

Hırvatistan – Sırbistan – Bulgaristan (16. gün)

Sabah 06.30 da hareket ediyoruz. Şehirde gündüz gözüyle birkaç tur atıp fotoğraf çekiyor ve otoyola çıkıyoruz. Yol güzel ve sakin, yirmi km.de bir istasyon ve dinlenme yeri var. Hız limiti 130 km/h, ben genellikle 120 değerini aşmıyorum.  Belgrad‘a 170 km kala sağa doğru Sarajevo’ya bir çıkış var.

E70 üzerinde ilerlerken, kısa bir süre sonra Sırbistan sınırına geliyoruz ve sadece beyan edeceğimiz bir şey olup olmadığını sordular, kısa sürede Sırbistan’a giriyoruz. Bu arada girerken bize bir yol tarifi verdiler, Belgrad’daki yol inşaatları nedeniyle kestirme bir yol yapmışlar transit yolcular için. Bu çok hoşumuza gitti ve Sırp yetkilileri gıyablarında kutladık. Ancak, yolda tarif edilene uygun bir yön levhası bulamayıp kendimizi Belgrad’ın tıkalı trafiği içinde görünce tüm iyi söylemlerimizi geri almak zorunda kaldık. Üstelik navigatör de Sırbistan’a girdiğimizden bu yana çalışmayınca Belgrad işkencesi başladı.

Hiç hesapta olmayan yollara girdik ve yaklaşık iki saat oyalandık. Bir benzinlikte durup gençlere yolu sormasaydık, şehirden çıkamayacaktık. Otoyol işaretini görüp o yöne tam girmiştik ki bir trafik ekibi durdurdu. Genç ve yakışıklı polis gelip pasaportları (!) istedi. Farlarımızın yanmadığını ikaz ederek işlem yapmak zorunda olduğunu belirtti. Ekip arabasına davet etti, Arabadaki amiri 3000 Dinar (30 Euro) ceza yazacağını, bunu Belgrad’daki bankaya yatırıp geldikten sonra pasaportları vereceğini söyledi. Bu hikayeye inanmayıp rol yapmaya başladım ve sonunda 20 Euro nakit ödeme yapmama razı oldular, herhangi bir belge de tanzim etmediler… 

Otoyola girip Niş yönünde seyahate devam ettik, saat 12.49 oldu. Hava bulutlandı ve arasıra yağmur atıştırıyor.  Niş’e doğru giderken polis yönümüzü değiştirdi. Ara yollara girdik, hiçbir levha yok, bir konvoy oluştu. Önümüzde ve arkamızda Almanya’dan  tatile gelen işçilerin arabaları vardı, biz de onlara katıldık ve göz kararı yola devam ettik. Girdiğimiz yol dar, kötü, çift şeritli ve dolu çizgiyle bölünmüş bir yoldu. Yolun bir yerinde ucu kıvrılmış ve paslanmış bir Sofia levhası gördük, başkaca da yönlendirme yoktu. Bu şekilde bir süre gidip, asıl yola kavuştuk. Asıl yol biraz daha düzgün, yine çift şeritli eski bir yol.

Saat 17.24 te sınırdan kolayca geçtik, sadece ruhsata baktılar, 10 Lev ödeyerek vignette aldık, hava bulutlandı, yakıt aldık, burada yakıt daha uygun fiyatlı. Sofia‘ya giden yol çift gidiş gelişli bölünmüş bir yol ve kaplama kalitesi güzel.

Saat 18.50 itibariyle Plovdiv yoluna çıkıyoruz. Bu yol üç gidiş üç gelişli, hız limiti 130 km/h olan güzel bir yol. Saat 21.27 de Svelingrad’a doğru gidiyoruz. Hava güzel, yol çift şeritli ve geniş fakat bol kamyon var, hava da karardığı için dikkatli gidiyoruz.                                                                     

Bulgaristan’da dikkatimizi iki şey çekiyor yolculuk sırasında. Birincisi, gece geç vakte kadar yol kenarındaki evlerin hemen önlerinde ışık yanıyor ve kaşkaval peyniri satıyorlar. İkincisi de, hemen her köyde trafik polisi ekibi görev başında ve hız kontrolü yapıyorlar. Süratinizi iyi ayarlıyorsanız hiç durdurmuyorlar. Nihayet saat 23.58 de Kapıkule sınır kapısına ulaşıyoruz ve burada geceliyoruz.

Cuma, Temmuz 01, 2011

Türkiye (17. gün)

Güzel bir uykudan sonra sabah 05.45 te uyandık, yeni yapılan gümrük tesislerinde alışverişimizi de yapıp gümrük giriş kapısına doğru hareket ediyoruz, saat 06.52 de.  Sakin bir yolculuktan sonra Saat 12.05 te ve 71,307 km’de evimize ulaşıyoruz.

GENEL NOTLAR:

1-   Toplam katedilen yol  6,865 km

2-   Toplam yakıt   575 lt

3-   Yakıt sarfiyatı  12,69 km/lt

4-   Yakıt maliyeti : 811 Euro

5-   Diğer yol masrafları: 327,5 Euro (93 otoyol; 86,5 otopark;143 feribot;5 vignette)

6-   Vize, sigorta, triptik vs masrafları: 1,773 TL

Related articles